SAFFET EMRE TONGUÇ

Sen nasılsan hayat da öyledir…

 

Medeniyetler beşiği İstanbul’u kimden dinlesek diye sorsalar sanırım Saffet Emre Tonguç derler. Binbirtürlü şehir hikayesi, İstanbul üzerine yazılmış kitapları, çektiği fortoğrafları ve tur programları var. Kendisi tam bir ayaklı bilgi hazinesi. Ünlü Hollywood yıldızlarından tutun, saygın siyasetçi ve iş adamlarına kadar bir çok önemli isme İstanbul’u anlatmış bir Kültür elçisi o. Kafanızı çevirdiğiniz her tarihi yapı için anlattığı çok özel hikayeleri dinlerken hem şaşırıyor hem de kahkahalara boğuluyorsunuz. Bu söyleşi de de İstanbul’u yeniden keşfedeceksiniz. Ayrıca Pandemi nedeniyle ertelediğiniz seyahat planlarınızı da gözden geçirin derim. Çünkü 134 ülkeyi gezmiş olan Saffet Emre Tonguç’tan Salgın etkisini yitirince nerelere gidebileceğinize dair çok güzel tavsiyeler var.

 

Tarih ve seyahate ilginiz nasıl başladı?

Seyahat, çocukluktan itibaren içime işleyen bir şey oldu. Biz ailecek çok seyahat ederdik. 1970’li yıllarda insanlar pek öyle Türkiye’yi bile keşfetmezken biz bütün Ege ve Akdeniz sahillerini gezerdik. Babam özellikle karavan turizmine çok meraklıydı. Küçükken dünyayı keşfetmeyi hayal ederdim. Çocukluğumuzun masalcısının Andersen’in, çok sevdiğim bir lafı var. “Gezmek yaşamaktır” diyor. Ben yaşamayı gezmekte buldum ve beni çok zenginleştirdiğini, özgürleştirdiğini gördüm.

 

Özgürlüğünüzü nasıl kazandınız? Yönlendirmeler olmadı mı hayatınızda?

Biraz bedeller ödeyerek kazandım. Önce, ailemin yönlendirdiği şekilde eğitimime başladım. Boğaziçi’ne işletme okuma hayaliyle girdim ama işletmeyi kazanmak benim zamanımda çok zordu. Bana dediler ki, ekonomi ve psikoloji de yaz. Sonra geçiş yaparsın. Aslında turizmci olmak istiyordum. Fakat işletmeye puanım tutmayınca turizm için de yukarıda kalınca, kendimi birden psikoloji okurken buldum. Halbuki hiç aklımda yoktu. Geriye dönüp baktığımda; “İyi ki psikoloji okumuşum” diyorum. Çünkü yaptığım işte insan psikolojisinin çok önemli bir rolü var. Psikolojiden sonra, turizme geçtim. Turizmi bölüm birincisi olarak bitirince bana dediler ki ikinci bir bölümde daha okuyabilirsin. Ben hala, babamdan kalma alışkanlıkla o işadamı diye yine işletme istedim ama 0.07 ile geçemedim işletmeye. Bakın hayatınız bazen küsuratlara bağlı. 3.25 istiyordu işletme, ben 3.18 ile siyaset bilimine geçtim.

Rehberliğe nasıl başladınız?

Okurken zaten rehberliğe başlamıştım ve rehberlik bir virüs gibidir böyle içinize girince başka bir iş yapmak istemezsiniz, yani sizi kariyerle kandırmaları çok zor olur. Hani hepimizde üniversitede okurken bir kariyer kaygısı vardır ya. Rehberlikte,  hayatın kariyerden ibaret olmadığını görüyorsunuz. Zaten özgür ruhlu da bir adamım. Benden kravatla, ceketle bir cam plazaya oturup, yıllık hedefler belirleyip o hedeflere koşmamı bekleyemezsiniz. Ben kendi başıma yolumu bulmaya çalıştım.

Farkındalığınız Kendiniz olmak yani…  

Kendim olmak istedim. Neye inanıyorum biliyor musunuz? Hayatta iki tane çok zor şey var; 1- Kendiniz olmak, 2- İnsan olmak. Kemâle giden yolda insan olmak o kadar zor bir şey ki. Ve ben kendim olmaya çalışıyorum ve insan olmaya çalışıyorum. Sonra yolun ne kadar başında olduğumu görüyorum bütün bu yaptıklarıma rağmen.

Siz olmak isteyenler de var…

Doğru ben olmak isteyenler de var. Eğer başkalarına ilham kaynağı olabiliyorsam bu benim için büyük bir mutluluk ve zenginlik. “Senden çıkan sana geri dönendir” der ya doğu felsefesi. Ben de bilginin paylaştıkça güzelleştiğine inanıyorum. O yüzden de benden çıkan güzel bir şeyse bana geri dönüşü de güzel olacaktır.

 

Şimdiye kadar kaç ülkeyi gezdiniz? 

134 ülkeyi gezdim. Her sene 5 yeni ülke gezmeye çalışıyordum. Son yıllara kadar bunu becerebildim ama daha sonra çok zorlaştı. Çünkü hep aynı ülkelere gidiyorsunuz. Birleşmiş Milletler’e göre 193 tane ülke var ama 193 ülkenin bir kısmına gitmek çok zor. Bazıları çok küçük ülkeler, çok uzaktalar yada güvenlik problemi ve sağlık gibi problemler var. Mesela; Orta Afrika. Bence çok hoş bir bölge ama hayatımı düşündüğüm için, güvenlik ve sağlık koşulları nedeniyle gitmedim.

 

Gördükleriniz için de en özel, en güzel yer hangisiydi peki?

Tilki misali kürkçü dükkanına dönmeyi çok seven bir insanım. Çünkü köklerine çok bağlı biriyim. Bu ülkede tabii ki şikâyet ettiğim, beni mutsuz eden şey çok fazla, ama yaş itibariyle kabullenmenin gücünü öğrendim. Yani beni mutsuz eden şeyleri kabulleniyorum ama içselleştirmiyorum onu bir yere koyuyorum.

O zaman Türkiye mi yani?

İstanbul… Dünyada en sevdiğim şehir her şeye rağmen İstanbul.

 

SPOT: “İNSANLAR İSTANBUL’DA YAŞIYORLAR. BEN İSTANBUL’U YAŞIYORUM!”

 

Neden herşeye rağmen İstanbul?  Bizim gördüğümüz ama bilmediğimiz size göre çekici olan tarafı ne İstanbul’un? 

İnsanlar İstanbul’da yaşıyorlar. Ben İstanbul’u yaşıyorum! İstanbul’un sürprizleri çok güzel. Her köşede farklı bir sürpriz var. Madrid’e gidersiniz. Bir sonraki sokakta ne tarz bir mimari ile karşılaşacağınızı bilirsiniz. Paris’e gidersiniz sokaklara Haussmann mimarisi egemendir yani sizi şaşırtacak sürpriz yoktur. Oysa İstanbul’da bir tarafta gecekondu görürken, diğer tarafta neoklasik bir bina ile karşılaşırsınız ya da bir tarafta Art Nouveau bir bina size merhaba derken, onun biraz ilerisinde birinci ulusal mimarinin çok farklı bir yapısını birden keşfedebilirsiniz.

Bunun karışıklık, düzensizlik değil, zenginlik olduğunu mu düşünüyorsunuz…     

Evet. Napolyon’un çok meşhur bir lafı var. Diyor ki dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu. Gerçekten o bile hiç gelmediği halde bunun farkına varmış. İstanbul 8500 yıllık bir tarihe sahip. Üç tane imparatorluğu koynunda büyütmüş. Bir yanda Roma, bir yanda Bizans, bir yanda da Osmanlı var. Hatta bunu dördüncü imparatorlukla bile taçlandırabiliriz. 1204 ile 1261 yılları arasında bu coğrafyada Latin İmparatorluğu da var. Hepsi çok güzel eserler bırakmışlar geriye. Yani, bir yandan Bizans’ın görkemini yaşarken bir yandan da Osmanlının şaheserleri ile karşı karşıya geliyorsunuz.

Ama bu güzellikleri gösterecek, hikayesini anlatacak usta bir dış ses lazım değil mi?

Piri Guide diye bir uygulamamız var. Kuzguncuk’tan Cihangir’e, Çukurcuma’dan tutun Karaköy’e, Fener Balat’a kadar bütün İstanbul’u benim sesimle karış karış gezebiliyorsunuz. Komik bir anım da var. En son gezdirdiğim ünlü Michael Douglas ile Catherine Zeta-Jones Ocak ayında İstanbul’a geldiler. Paparazzilere yakalanmamak için onları Sultanahmet’e götürmedim. Dedim ki; sizi öyle bir yere götürüceğim gözlüklerinizi çıkarıp dolaşabileceksiniz. Önce Fener Rum Patrikhanesi ile başladık, sonra Fener Rum Lisesi’ne gittik. Yahudi asıllı oldukları için onları Balat’a yürütüyordum. O sırada, kulağında kulaklık olan genç bir çocuk: “Saffet bey şu anda sizi dinleyerek Fener’i dolaşıyorum” dedi. Yanımda Michael Douglas ve Catherine Zeta Jones var. O bana: “Saffet bey sizi dinliyorum” diyor. Birden kendimi yerel ünlü gibi hissettim.

Başka gezdirdiğiniz İstanbul sevdalısı yabancı ünlüler var mı?

ABD eski Dışişleri Bakanı Medaline Albright ile defalarca birlikte İstanbul’u keşfettik. Bir gün Robert Redford’u getirdik hiç unutmuyorum. Kadın sanki Türk’müş gibi Robert Redford’a gururla ne dedi biliyor musunuz? “Ben sana demedim mi burası dünyanın en güzel şehri diye”. Dünyanın en büyük gücünün Dışişleri bakanından bahsediyoruz. Gitmediği ülke kalmamış ama onun için o kadar ülke ve şehir arasında İstanbul’un onun en gözde şehir olması beni çok mutlu etti.

Şanslıyız gerçekten. Peki İstanbul’un en büyüleyici anı hangisi?

Gece… O yüzden kitaplarımdan bir tanesi “İstanbul’da Gece” adını taşıyor. Çünkü gece şehrin çirkinliklerini örtüyor. Sadece güzellikleri ortaya çıkartıyor. Özellikle şehrin 8500 yıllık tarihinden kopup gelen ve aydınlatılan güzelliklerini ortaya çıkartıyor. Boğaz turlarımda tekne ile Tarihi Yarımada tarafına gittiğimizde Galata köprüsü, Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Ayasofya, üçüncü tepeyi taçlandıran Süleymaniye, karşı tarafta Selimiye Kışlası, Kız Kulesi, saraylar, köprüler, camileri görüyoruz. O kadar güzel bir şehir ki İstanbul, gecenin çok yakıştığına inanıyorum İstanbul’a.

Türkiye’nin incisi şüphesiz İstanbul ama Türkiye o kadar muhteşem bir kültürel ve tarihi hazineye sahip ki, çok zenginiz bu açıdan. Bu hazineyi birlikte keşfedelim. İstanbul’un dışına çıkalım. Başka nereler var?

Kapadokya’yı çok seviyorum. Turabdin dedikleri bölgeyi yani Mardin, Midyat, baraj yapılmadan önce Hasankeyf en çok sevdiğim yerler. Güneydoğu Anadolu’da öyle yerler var ki, Harran, Göbeklitepe, Gaziantep, Antakya. Antakya’daki Arkeoloji Müzesi, Gaziantep’teki Zeugma olağanüstü yerler. Ama şehir bazında soruyorsanız, İstanbul dışında en sevdiğim şehir Antalya. Bunun sebebi de Antalya’ya Allah’ın her türlü güzelliği vermiş olması, yani müthiş bir doğa. Senede 300 günden fazla güneşi var. İnanılmaz bir tarihi var. Olimpos, Hermosos, Termessos, Faselis. Bence dünyanın en romantik antik şehirlerinden biridir Faselis. Termessos 2500 yıllıktır ve Yunan dönemine ait 5000 kişilik bir tiyatro vardır.

Antalya deniz, kum güneş olarak görülüyor gerçekten ve bunu değiştiremiyoruz bir türlü. Nasıl değişir sizce?

 

Bu biraz pazarlama meselesi. Biz pazarlamada çok başarılı değiliz. Çünkü, nitelik değil, değil nicelik peşindeyiz. Yani; biz “otuz milyon turist geldi, kırk milyon turist geldi, dünyada en fazla turist gelen altıncı ülke olduk” tarafındayız.  Oysa keşke biz “Her şey dahil” sistemiyle gelen, ülkemize para bırakmayan, sadece yemeye içmeye endeksli turistleri ağırlamak yerine kültür için gelen turistleri ağırlayabilsek, kum, deniz, güneş ekseninin dışına çıkabilseydik, gurmeleri ağırlayabilseydik, gastronomi turizmine ağırlık verebilseydik o zaman bambaşka bir yerde oldurduk.

Son yıllarda öne çıkan gastronomi kentlerimiz var…

Var tabi hem de üçe çıktı. Antep, Antakya, en son Afyonkarahisar girdi. Ama sadece onlarla sınırlı kalmamalı. Her şehrin kendine ait mutfağı var. Dünyanın en zengin mutfaklarından birine sahibiz. 2500’den fazla tarif var Türk mutfağında. Anadolu’nun her köşesi ayrı sürprizler sunuyor. Turizmin “Her şey dahil” sistemine sıkıştırılmış olması çok gücüme gidiyor açıkçası.

 

Yemek demişken en güzel tat nerede sizce Türkiye’de ?

Ben sırf yemek için Antalya’daki 7 Mehmet’e gidebilirim. Aslında Türkiye’deki problem ne biliyor musunuz? Sürdürülebilirlik. Standartlar o kadar değişiyor ki. 2010 yılında “İstanbul Hakkında Her Şey” diye bir kitap yazdım 700 sayfalık, 3000 fotoğraflık. Kitap altı ayda eskidi. Neden biliyor musunuz? Mekânlar yüzünden. Bütün oteller, restoranlar, kafeler, hepsi değişti. Bir kısmı kapandı, bir kısmının sahipleri değişti ve kalitesi eskisi gibi olmadı. Kitabı makul bir çizgide tutabilmek için bütün mekânları çıkarttım. Ticari mekânları çıkarttım çünkü sonuçta müzeler, camiler, kiliseler aynı kalıyor, değişmiyor ama 2010 yılında açık olan otellerin, restoranların bir kısmı günümüzde yok maalesef.

Peki Dünya’nın en leziz yemekleri nerede?

San Sebastian… 180.000 kişilik bir şehirde otuzdan fazla Michelin yıldızlı restoran var. Bizim Türkiye’de ise Michelin sistemi olmadığı için bir tane bile Michelin yıldızlı restoranımız yok. Yani seksen üç milyonluk bir ülkede bir Michelin yıldızlı bir tane  bile restoran yokken 180.000 kişilik bir şehirde otuzdan fazla var.

Neden yok bizde? Standartlara mı uyamıyoruz?

Çünkü Michelin’de hakemlik sistemi var. Gizli hakemler var. Onlar geliyorlar gizlice denetliyorlar ve oylamayı yapıyorlar. O yüzden bir, iki ya da üç yıldızınız olabiliyor. Fakat Michelin Türkiye’de mevcut değil yani herhalde Türkiye ilgi alanlarında değil. Ondan dolayı yok, yazık.

Özel turlar düzenliyorusunuz. Gruplarda ahengi tutturmak zor olsa gerek.  Mesela bir sorun çıktığında onu nasıl yönetiyorsunuz?

Dışardan baktıklarında insanlar; “Oh hayat sana güzel! Hep geziyorsun. Dünyanın en güzel yerlerine gidiyorsun, en iyi otellerde kalıyorsun, en iyi restoranlarda yemek yiyorsun diyor ama rehberlik dünyanın en zor işlerinden biri. Çünkü insanları mutlu etmek çok zor. Hep söylediğim bir şey var, insanlar aslında turlara beyinlerindeki valizlerle de geliyorlar, sadece fiziksel valizleriyle değil. Arada bir oo valizlerdeki kirli çamaşırları çıkartıp sizin suratınıza atabiliyorlar. Ama benim de yıllar çerçevesinde tecrübelerim ışığında kalkanlarım gelişti. Ben de o kirli çamaşırlara karşı hangi kalkanı ne şekilde tutacağımı öğrendim. 

İlginç ya da garip istekler oluyor mu? Neler oluyor?

Çok enteresan, ünlü misafirlerimiz, yabancı misafirlerimize bir falcı servisimiz var. Onlara oryantal kültürün bir parçası gibi geliyor fal baktırmak. Aynı göbek dansı gibi. Bunu birkaç kere televizyon programlarında anlattım. Ondan sonra çok sayıda insan benden falcı numarası istedi.

SPOT:“İYİ BİR REHBERİN İYİ BİR HİKÂYE ANLATICISI OLMASI LAZIM”

İyi bir rehber nasıl olunur?

İyi bir rehberin iyi bir hikâye anlatıcısı olması lazım. Başarımın sırrı eğer başarım varsa tabi ki kesinlikle bundan geçiyor çünkü hiç kimse bir tarihçinin sıkıcı tarih bilgilerine ihtiyaç duymuyor. Pandemi öncesi benim Boğaz turlarıma senede yaklaşık 8.000 kişi geliyordu. Hatta 2018 yılında dünyanın otuz yedi ülkesinden ve Türkiye’nin altmış beş şehrinden insanlar geldi ve bizi de tek bir araya getiren neydi biliyor musunuz? İstanbul sevgisi. 

Sizin Boğazdaki tekne turlarınız meşhur. Neler anlatıyorsunuz orada?

Boğazın ve yalıların ve önemli eserlerin hikâyelerini anlatıyorum. Aslında yaptığım magazini de işin içine katarak tarih bilgileri vermek. Çünkü insanlar magazini seviyorlar. Başkalarının hayatları hepimizi çok ilgilendiriyor. Belki başkalarının mutsuzluğu kendi mutsuzluklarımızı unutmamıza vesile oluyor.

Bir tane örnek verebilir misiniz? Sizden keyifli bir hikaye dinlesek…

Tabii ki… Ortaköy’de birinci köprünün altında eskiden Yüzme İhtisas Kulübü olan bir yalı vardır. Hatice Sultan Yalısı. Hatice Sultan çok güzel bir kadın. II.Abdülhamid’in de yeğeni. V.Murad’ın kızı. Fakat amca ile baba, iktidar kavgası yaşadığı için amca kızın evlenmesine izin vermiyor. Hatice Sultan artık belli bir yaşa geliyor. Amcasına bir dilekçe yazıyor: “Sultanım, artık yaşım da geçiyor, kör topal, bahtıma ne düştüyse, beni evlendirin” diyor. Aslında birazcık sitem var orada. II.Abdülhamid de Hatice Sultan’ı çirkin bir adamla, bir paşa ile evlendiriyor. Fakat yan yalıda kuzeni yani II.Abdülhamid’in kızı oturuyor. Hatice Sultan onun kocasını, Kemaleddin Paşa’yı baştan çıkartıyor. Kemalettin Paşa, Plevne kahramanı (hatta türküsü bile vardır.  “Tuna Nehri akmam diyor… Şanı büyük Osman Paşa”.)  şanı büyük Osman Paşa’nın oğlu. Fransızların meşhur bir lafı vardır ya, “İntikam soğuk yenen bir yemektir”, gerçekten de Hatice Sultan da intikamını almış oluyor. Ben bunu “Boğaz Hakkında Her Şey” kitabımda “Yasak Aşk” diye yazdım. Bu kitabı da Yasak Aşk yazan bölümü ile birlikte çok ünlü bir yazara hediye ettim.

Kimdi o yazar?

Kenize Mourad. Hatice Sultan’ın torunu. Hayat ne kadar ilginç değil mi?

SPOT: “SEYAHAT ETTİĞİNİZ YERLERDE YEREL GİBİ YAŞAYIN ARA SOKAKLARDA KAYBOLUN”

Amatör gezginlere seyahat planlarında önerileriniz ne olur?

Amatör gezginlere öncelikle gittiğiniz yerlerde “Yerel gibi yaşayın” derim. Mesela, Budapeşte’ye gittiğinizde Budapeşteliler ne yapıyor, onu yapmayı kastediyorum. Tarihi yerleri gezmek de çok önemli. Örneğin; İstanbul’a turist gelince ne yapar? Topkapı, Ayasofya, Sultanahmet, Yerebatan Sarnıcı, Kapalıçarşı, Dolmabahçe Sarayı, buraları gezer. Kariye’ye gider. Tabii ki bunların yapılması lazım ama mesela ben İstanbul’a ilk defa gelseydim Boğaz köylerini keşfederdim. Kuzguncuk’un ara sokaklarında dolaşırdım. Sadece turistler için değil, bu şehirde yaşayanlar için de geçerli söylediğim. İnsanlar Bebek’e gidiyor ama Bebek’in arka sokaklarında şehrin en eski konaklarından biri olduğunu bilmiyor. Kavafyan Konağı. Etiler yokuşundan inerken sol tarafta Tevfik Fikret İlköğretim okulu vardır, onun karşısında köşede indiğiniz yolun üstünde Ayios Haralambos Rum Kilisesi vardır, duvarı sağınızda kalır. Kimse bilmez. Kiliseden girin içeri, otuz metre ileride Kavafyan Köşkü vardır. Onun hemen devamında Latin Katolik Kilisesi vardır. Eskiden rahibelerin yaşadığı binalar vardır. Onun devamında Kortel korusu ve İpar korusu vardır. Herkes Bebek’in sadece ana caddesini bilir. Oysa Bebek o caddeden ibaret değildir.  Çoğu insan Bebek Camii’nin asıl adını da bilmez. Hümayun-u Abad Camii’dir. Çünkü vakti zamanında orda Hümayun-u Abad Sarayı varmış. Sarayın yerine yapıldığı için de Hümayun-u Abad Camii demişler. Halk işin kolayına kaçmış, Bebek’te olduğu için Bebek Camii diyorlar. Mimar Kemaleddin’in en önemli eserlerinden biridir. Mimar Kemaleddin’i her gün hepimiz görürüz. Yirmi liraların üzerindeki kişi Mimar Kemaleddin’dir. Çünkü Birinci Ulusal Mimari’nin en önemli isimlerinden biridir. Aynı, Sirkeci Postanesi’ni yapan, Moda İskelesi’ni yapan Vedat Tek gibi. Ama kimse bunu da bilmez. Herkes Bebek’in o ana caddesinde yürür, durur, gider, durur.  O yüzden gezginlikteki en önemli şeylerden biri de sürprizleri görebilmeyi bilmek, ara sokaklarda kaybolmak.

Ara sokaklar fazla sürprizler barındırmıyor mu? Nasıl bir güzergah çiziyorsunuz?

Misafirlerimi Kapalıçarşı’dan çıkartırım, Mahmutpaşa üzerinden Büyük Valide Han’a giderek ara sokaklardan Mısır Çarşısı’na yürütürüm. Gerçek İstanbul’u görsünler diye. Rehberliğimin ilk yıllarında bunu hayatta yapmazdım. Çünkü hepimizde bir Avrupalılık kompleksi var. Belki bize farklı muamele ettikleri için hepimiz modern taraflarını göstermeye çalışıyoruz bu şehrin. Önceleri ben Nişantaşı, Bağdat Caddesi’ne gidelim oradaki şık dükkanları görsünler düşüncesindeydim. Zaman geçince, “kendi ülkelerinde bunların âlâsı var zaten. Farklı bir şeyi görmek için geliyorlar. Bizim de onlar gibi çok lüks muhitlerimiz var ama bizim onlarda olmayan şeylerimiz var. Önemli olan da bunları misafirlerime göstermek diye düşünmeye başladım.

SPOT: “DÜNYANIN EN PAHALI ON EVİNDEN İKİ TANESİ BOĞAZDA BULUNUYOR.”

Türkiye açısından kötü algı yaratıyor mu peki?

Hayır. Tersine, İstanbul’un nasıl büyük bir harman olduğunu görüyorlar. Burası bir kültürler harmanı. Ben onlara dünyanın en pahalı evlerini de gösteriyorum, diyorum ki Boğazdaki yalılar dünyanın en pahalı evleridir, hatta dünyanın en pahalı on evinden iki tanesi Boğazda bulunuyor. Biri Erbilgin Yalısı, biri de ikinci köprünün altındaki Tophane Müşiri Zeki Paşa Yalısı. O güzellikleri de görüyorlar. Boğazdaki yalılar gerçekten inci gibi. 360 tane tarihi yalımız var. Boğaz turu yaparken onu da görüyorlar. Yani bu şehirde ne büyük bir zenginlik olduğunu, ne büyük bir kültür olduğunu, nasıl bir yaşanmışlık olduğunu görüyorlar. Onun için ben her zaman terazinin iki tarafına bakıyorum.

 

SPOT: “KARİYE’DE ARA ÇÖZÜMDEN YANAYIM. YARISI CAMİ YARISI MÜZE OLAN HARİKA BİR YER OLABİLİR.”

 

Kariye dediniz… Ayasofya’dan sonra müze statüsü değiştirilen bir başka önemli yapı İstanbul Edirnekapı’daki Kariye müzesi. Cami olarak 30 Ekim’de açılacaktı, ertelendi. Yeniden müzeye dönüştürülebileceği ileri sürülüyor. Kariye hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Kariye’de ara çözümden yanayım. Yani iki tane narthex vardır, “koridor dedikleri” ve bir parekklesion “gömü yeri” vardır. Parekklesion da freskler vardır, narthexlerde de mozaikler. Onlar muhafaza edilebilir. Aradaki kapı kapatılabilir. Ve giriş direkt mihrab tarafından verilirse güzel bir ara çözümle yarısı cami, yarısı müze olan harika bir yer olur. Çünkü dünya mirası orası.

 

Harika fotoğraflarınız var. Sizin seçtiğiniz bir İstanbul fotoğrafını anlatır mısınız bize?

Bu resimde bir Neo Bizans yapı var. Fener Rum Lisesi, ama arkasında göklere yükselen bir Mimar Sinan eseri altıncı tepedeki Mihrimah Sultan Camii var. Ve hemen onun solunda da o demin bahsettiğim eski adıyla Pammakaristos Kilisesi olan Fethiye Camii var, yarısı müze yarısı cami. İçinde onun da çok güzel mozaikler var. Yani bu fotoğrafta bir kareye o kadar çok şey sığıyor ki, İstanbul’un zenginliği de bu. Bizans’ı da görüyorsunuz Osmanlıyı da görüyorsunuz.

 

SPOT: “YURTDIŞI SEYAHATLERDE YAPILAN HATA UZAKLARI SONA BIRAKMAK”

 Sizinle bir seyahat programı hazırlasak birlikte. Nerelere gidelim?

Yurtdışına gideceksek genciz, güzeliz deyip uzaklara gidelim. Maalesef bizde yapılan hata uzakları sona bırakmak. Halbuki uzaklara gençken gitmek lazım. Yani o uzun uçuşlar bizi rahatsız etmezken. O Jet-lag dedikleri saat farklarından etkilenmezken. O yüzden Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya giderdim. Sydney’i kesin gezerdim. Sydney dünyanın bana göre İstanbul’dan sonraki en güzel ikinci şehri. Ondan sonra Gold Coast dedikleri altın sahillere giderdim. Birazcık Bodrum gibi, Alaçatı gibi Gold Coast. Ondan sonra dünyanın en büyük yaşayan varlığı kabul edilen Great Barrier Reef dedikleri büyük mercan kayalıklarına giderdim. Hatta derler ya aydan görünen nadir şeylerden biridir diye. Melbourne’e giderdim. Vakit bulursam Tazmanya’ya giderdim. Yeni Zelanda’da ise Maorilerin kültürlerini görebileceğim Tauranga gibi bir yere giderdim. Fiordland dedikleri bir yer ama bunu gemi ile yapmak lazım. Bazı bölümleri Norveç fiordlarından daha güzel. Auckland hoş bir şehir. Christchurch’e giderdim. Wellington’a giderdim.

Peki Türkiye’de?

Türkiye’de Karadeniz maalesef çok bozuldu. Hele bu imar barışıyla o kadar çirkin yapılmış binalar var ki Karadeniz’de maalesef İsviçre’den daha güzel bir coğrafyayı biz el birliği ile mahvettik. En son Uzungöl’e gittiğimde içim acıdı. Etrafına duvar yapmışlar. Gölü havuza çevirmişler. Karadeniz’de pek insanın uğramadığı yerlere giderdim. Mesela Pokut yaylasına çıkardım. Ondan sonra daha doğuda Maçahel’e giderdim. Safranbolu’ya giderdim. Çünkü o da UNESCO’nun Dünya Kültürel Mirası listesinde bulunan yerlerden biri. Doğuda Van çok güzel. Doğubeyazıt çok güzel.

Yeni proje/kitap var mı?

Kapalıçarşı kitabını yazmıştım ama vakitsizlikten bir türlü hayata geçirememiştim,  onu hayata geçiricem. Dünyanın en güzel adalarını yazıyorum. Mauritius’dan tutun Bora Bora’ya, Bali’den tutun Seyşeller’e kadar. Bütün bu adalar da olacak kitabımda. 2021’de bu projeleri bitirmeyi planlıyorum.